23 Kasım 2013 Cumartesi

Hiçbir Şey ve Diğerleri


Ayfer Tunç ve Roberto Bolaño'ya

Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki heykelin neye benzediği konusunda tahminler yürütmeye devam etti.

Sahaf da bilmiyordu ne olduğunu, on gün önce rahmetli olan yaşlı bir adamın kitaplarını almaya gittiğinde adamın torunu bu ahşap heykeli de vermişti. Bunu da alın, bizim bir işimize yaramaz, dükkânınızda dursun süs niyetine. Sahaf Hüseyin, önce almamaya niyetlense de sonra belki hanımının hoşuna gider diye kabul etmişti.

Leyla hanım severdi ahşabı; metalin soğuğuna, camın donukluğuna yeğ tutardı. Kolay kolay kırılmazdı da hem ahşap eşyalar. Lisedeyken, onca dikkat etmesine rağmen, annesi Rukiye hanımın üzerine titrediği cam biblolardan birini kırmış, annesinden yemediği azar kalmamıştı. Oldum olası sakarsın sen, demişti, sevgisizce. Kesin baba tarafına çektin, beceriksiz. Leyla hanım kızmamıştı annesine, üzülmüştü. Hep üzülürdü annesi için. Umarım baba tarafıma çekmişimdir, derdi içinden.

Annesi uzun zaman önce, Leyla hanım iki yaşındayken, çok sevdiği eşini kaybetmiş ve bu acıya katlanamayıp intihar etmek istemişti. Üçüncü kattaki evlerinden aşağı atlamış, bacakları kırılmış, şükür ki ölmemişti. Kalan ömrünü tekerlekli sandalyede geçiren Rukiye hanım, eşine üzülmeye devam etmişti kaldığı yerden. Bu üzüntü onulmaz bir acıya, sonra da nefrete dönüşmüştü. Ne diye öldün be adam? Ne diye öldün pis herif, derdi günde bilinmez kaç sefer. Kızı Leyla da inadına babasını andırırdı. Leyla’yı sevmedi Rukiye hanım, aklını da sevmedi, yavaş yavaş terk etti ikisini de. Cam biblolara bakar oldu akan suya bakar gibi, türbe yaptığı evin dört bir yanına camdan mumlar dikti sanki. Leyla ne yapsın, ergenliğiyle aniden büyüyen kollarını bacaklarını koyacak yer bulamayınca kırdı cam biblolardan birini. Ahşap iyiydi o yüzden, çok iyiydi. Eşi o şekilsiz ahşap heykeli getirince de çok sevinmişti ama bu şekilsizlik, birkaç gün sonra onun huzurunu bozmuştu. Düzeni severdi Leyla hanım, her şey birbiriyle dengede olmalıydı evde. Al götür bunu bey, sevmedim, dedi eşine. Abuk sabuk bir şey bu, nereye koysam yakışmadı, al götür koy dükkâna.

Hüseyin bey de vitrine koymuştu heykeli, üst üste dizilmiş Brittanicaların üzerine. Melek, haftada en az üç kez uğradığı sahafa Perşembe günü yine uğramış, yeni kitaplar geldi mi, diye sormuştu. Hüseyin bey, kızım geçen toplu bir alım yaptım ama bilmem hoşuna gidecek bir şey var mı, demişti bakır çaydanlığı ocağa koyarken. Melek, henüz raflara dizilmemiş kitap yığınının yanına gitmiş, elleri tozdan kararana dek karıştırmıştı. Üç kitap beğenmişti. 1970 basımı bir bilimkurgu öyküleri derlemesi, Hamlet’in eski bir çevirisi ve Dini Bilgiler adlı yeşil bir kitap. Kitapların parasını ödeyip dükkândan çıkacakken fark etmişti heykeli. Hüseyin amca, şu heykel de satılık mı? Ne kadar? Al kızım, senin olsun demişti sahaf Hüseyin. Melek, hayır olmaz öyle şey, parasıyla alacaksam alayım gibi boş laflar etmeyip, aralarındaki samimiyete dayanarak kabul etmişti hediyeyi.

Şimdi de dikkatli dikkatli bakıyordu heykele. Ne acaba bu? At desen, değil, insan figürü desen, değil, dalgaya benziyor biraz, şu kıvrımlar falan, sanki bir örtü gibi, evet evet, örtü bu, altında bir şey var? Ne acaba? Melek’e göre ne olduğu hemen belli olan sanat eserleri zamanla sıkıcı bir hal alıyordu. O yüzden severdi böyle belirsiz şeyleri. Kapalı şiirleri, gizemi zor çözülen öyküleri, anlaşılmaz resimleri. Godot'yu Beklerken’i defalarca izlemişti. Üniversitedeyken tiyatro topluluğunun sergilediği o acemice oynanmış haline bile bayılmıştı.

Üniversite yılları çok güzel geçmişti. Çok da hızlı. Mezun olur olmaz yüksek lisansa başlamış, zamanla yardımcı doçent olmuştu. Hiç evlenmemişti. Ama bir adamı sevmişti. Semih’le bu evi kiralarken tanışmıştı. Evin sahibinin oğluydu. Kiraya dair konuşurlarken âşık olmuştu adama. Konuşması, kaşlarını oynatışı, sakalı, gözlerinin iriliği, sesinin tonu Melek’i hayran bırakmıştı. Semih de Melek’i sevmişti. Kadının seçtiği sözcüklere hayran olmuştu o da. Herkesi güzelliği için sevebilirdi insan. Ama aklı için sevilebilecek çok az insan vardı yeryüzünde. Melek’in aklını sevdi Semih; Melek de Semih’in sıcaklığını, ona sarılışını sevdi.  Semih, öldü. Neden öldüğünü kimse anlamadı. Yaşlı değildi, 42 yaşındaydı öldüğünde. Hiçbir sağlık sorunu da yoktu. Ölüm nedeni belirsizdi. Semih ölünce Melek ağlamadı, cenazesine de gitmedi. O evi satın aldı. Bütün eşyaları attı. Yerlerine ikinci el eşyalar aldı. Sigaraya başladı. Kimseyle Semih hakkında konuşmadı. Arkadaşlarından da yavaş yavaş uzaklaştı. İçine kapandı.

Üniversitede ders veriyor, ardından doğruca eve geliyor, yol üstündeki sahafa uğruyor, okusa da okumasa da iki-üç kitap alıyordu. Eski kitaplar. Toz kokusu sinmiş kitaplar. Kapağındaki harfleri silinmiş, adları belirsiz kitaplar. Bazen çalışma masasına geçip bir şeyler yazmaya çalışırdı. Bazen hiçbir şey yapmadan şekersiz kahveyle sigara içerdi. Kahve kupasını yazdığı kâğıtların üzerine bırakır, her seferinde önceki kahveden yadigâr kurumuş lekeye denk getirmeye çalışırdı kupanın tabanını.

Heykel hala elindeydi, hala heykele bakıyordu, bakışlarını bir kıvrıma sabitleyip. Örtünün altındakileri hayal ediyordu. Birbirine sıkıca sarılmış iki insandı belki. İki âşık, iki dost, iki akraba, iki küçük çocuk. En son bir insana sarılalı yedi yıl olmuştu. Yedi soğuk yıl. Sandalyeden kalktı. Heykeli çalışma masasına koydu. Evindeki her şey gibi masa da eskiydi. Eski, sade, dingin. Pencereye doğru yürüdü, pencereyi açtı. Sigarasını almak için yeniden çalışma masasına gitti. Bir sigara yaktı, bir nefes çekti, heykeli eline aldı, örtünün altındakileri düşündü. Dumanı heykele doğru üfledi. Sanki altındakiler rahatsız olup çıkacaklarmış gibi. Bekledi. Bir şeyler olmasını bekledi. Bir şeyler olmasını istedi. Bekledi. Bekledi. Sigaranın külü birikmişti. Düştü düşecekti. Bekledi. Hiçbir şey olmadı. Sadece saatin tik-takları.

20 Kasım 2013 Çarşamba

İlk Marka Hz. Âdem mi? - Serhan OK

İlk Marka Hz. Âdem mi? - Serhan OK

Hayat Âdem babamızla başlamışsa, tarihin ilk markası da kesinlikle odur. Bir adı, bir varoluş amacı, bilmesek de özgün bir yüzü, vücut şekli, hiç duymamış olsak da özgün bir sesi, hiç tanımasak da bir kişiliği vardı. O bir markaydı ve tarihin ilk markasıydı.
Uzun süren araştırmaları ve düşünme seansları sonucu tarihin ilk markasının Hz. Âdem olduğunu “keşfeden” Serhan Ok, marka kavramının insanın doğasından beslenerek ortaya çıktığını belirtiyor ve bu düşüncesini şöyle ifade ediyor: “Bugün iyi bir marka yaratmak için yapılmak istenen şey, tam olarak markanın hedef kitlenin gözünde bir insan hüviyetine bürünmesini sağlamaktır. Tutarlı ve güvenilir bir insan yaratmak… Prensiplerini, zevklerini ve rakiplerinden ayrışan özellikleri tasarlamak… Ona bir ad, bir ses, bir dış görünüş vermek…”
Kendisi de bir marka danışmanı olan Serhan Ok, İlk Marka Hz. Âdem mi? ismini taşıyan kitabında, ortaya attığı bu ilginç sorunun yanıtını kapsamlı bir şekilde veriyor. Ok, iddiasını sağlam temellere oturtmakla kalmıyor, bu bakış açısı üzerinden bir markanın nasıl yaratılacağını, yaşatılacağını ve yönetileceğini de anlatıyor.
Marka danışmanlığına gönül verenler kadar kendi markasını yaratıp yönetmek isteyenlere de yepyeni bir pencere açacak olan İlk Marka Hz. Âdem mi?, zengin örnekleri ve vaka analizleriyle meraklılarına ışık tutacak.

İDEFİX‘te İNKİLAP‘ta KİTAPYURDU‘nda YEM KİTABEVİ‘nde KİTAPAĞACI‘nda.