23 Kasım 2013 Cumartesi

Hiçbir Şey ve Diğerleri


Ayfer Tunç ve Roberto Bolaño'ya

Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki heykelin neye benzediği konusunda tahminler yürütmeye devam etti.

Sahaf da bilmiyordu ne olduğunu, on gün önce rahmetli olan yaşlı bir adamın kitaplarını almaya gittiğinde adamın torunu bu ahşap heykeli de vermişti. Bunu da alın, bizim bir işimize yaramaz, dükkânınızda dursun süs niyetine. Sahaf Hüseyin, önce almamaya niyetlense de sonra belki hanımının hoşuna gider diye kabul etmişti.

Leyla hanım severdi ahşabı; metalin soğuğuna, camın donukluğuna yeğ tutardı. Kolay kolay kırılmazdı da hem ahşap eşyalar. Lisedeyken, onca dikkat etmesine rağmen, annesi Rukiye hanımın üzerine titrediği cam biblolardan birini kırmış, annesinden yemediği azar kalmamıştı. Oldum olası sakarsın sen, demişti, sevgisizce. Kesin baba tarafına çektin, beceriksiz. Leyla hanım kızmamıştı annesine, üzülmüştü. Hep üzülürdü annesi için. Umarım baba tarafıma çekmişimdir, derdi içinden.

Annesi uzun zaman önce, Leyla hanım iki yaşındayken, çok sevdiği eşini kaybetmiş ve bu acıya katlanamayıp intihar etmek istemişti. Üçüncü kattaki evlerinden aşağı atlamış, bacakları kırılmış, şükür ki ölmemişti. Kalan ömrünü tekerlekli sandalyede geçiren Rukiye hanım, eşine üzülmeye devam etmişti kaldığı yerden. Bu üzüntü onulmaz bir acıya, sonra da nefrete dönüşmüştü. Ne diye öldün be adam? Ne diye öldün pis herif, derdi günde bilinmez kaç sefer. Kızı Leyla da inadına babasını andırırdı. Leyla’yı sevmedi Rukiye hanım, aklını da sevmedi, yavaş yavaş terk etti ikisini de. Cam biblolara bakar oldu akan suya bakar gibi, türbe yaptığı evin dört bir yanına camdan mumlar dikti sanki. Leyla ne yapsın, ergenliğiyle aniden büyüyen kollarını bacaklarını koyacak yer bulamayınca kırdı cam biblolardan birini. Ahşap iyiydi o yüzden, çok iyiydi. Eşi o şekilsiz ahşap heykeli getirince de çok sevinmişti ama bu şekilsizlik, birkaç gün sonra onun huzurunu bozmuştu. Düzeni severdi Leyla hanım, her şey birbiriyle dengede olmalıydı evde. Al götür bunu bey, sevmedim, dedi eşine. Abuk sabuk bir şey bu, nereye koysam yakışmadı, al götür koy dükkâna.

Hüseyin bey de vitrine koymuştu heykeli, üst üste dizilmiş Brittanicaların üzerine. Melek, haftada en az üç kez uğradığı sahafa Perşembe günü yine uğramış, yeni kitaplar geldi mi, diye sormuştu. Hüseyin bey, kızım geçen toplu bir alım yaptım ama bilmem hoşuna gidecek bir şey var mı, demişti bakır çaydanlığı ocağa koyarken. Melek, henüz raflara dizilmemiş kitap yığınının yanına gitmiş, elleri tozdan kararana dek karıştırmıştı. Üç kitap beğenmişti. 1970 basımı bir bilimkurgu öyküleri derlemesi, Hamlet’in eski bir çevirisi ve Dini Bilgiler adlı yeşil bir kitap. Kitapların parasını ödeyip dükkândan çıkacakken fark etmişti heykeli. Hüseyin amca, şu heykel de satılık mı? Ne kadar? Al kızım, senin olsun demişti sahaf Hüseyin. Melek, hayır olmaz öyle şey, parasıyla alacaksam alayım gibi boş laflar etmeyip, aralarındaki samimiyete dayanarak kabul etmişti hediyeyi.

Şimdi de dikkatli dikkatli bakıyordu heykele. Ne acaba bu? At desen, değil, insan figürü desen, değil, dalgaya benziyor biraz, şu kıvrımlar falan, sanki bir örtü gibi, evet evet, örtü bu, altında bir şey var? Ne acaba? Melek’e göre ne olduğu hemen belli olan sanat eserleri zamanla sıkıcı bir hal alıyordu. O yüzden severdi böyle belirsiz şeyleri. Kapalı şiirleri, gizemi zor çözülen öyküleri, anlaşılmaz resimleri. Godot'yu Beklerken’i defalarca izlemişti. Üniversitedeyken tiyatro topluluğunun sergilediği o acemice oynanmış haline bile bayılmıştı.

Üniversite yılları çok güzel geçmişti. Çok da hızlı. Mezun olur olmaz yüksek lisansa başlamış, zamanla yardımcı doçent olmuştu. Hiç evlenmemişti. Ama bir adamı sevmişti. Semih’le bu evi kiralarken tanışmıştı. Evin sahibinin oğluydu. Kiraya dair konuşurlarken âşık olmuştu adama. Konuşması, kaşlarını oynatışı, sakalı, gözlerinin iriliği, sesinin tonu Melek’i hayran bırakmıştı. Semih de Melek’i sevmişti. Kadının seçtiği sözcüklere hayran olmuştu o da. Herkesi güzelliği için sevebilirdi insan. Ama aklı için sevilebilecek çok az insan vardı yeryüzünde. Melek’in aklını sevdi Semih; Melek de Semih’in sıcaklığını, ona sarılışını sevdi.  Semih, öldü. Neden öldüğünü kimse anlamadı. Yaşlı değildi, 42 yaşındaydı öldüğünde. Hiçbir sağlık sorunu da yoktu. Ölüm nedeni belirsizdi. Semih ölünce Melek ağlamadı, cenazesine de gitmedi. O evi satın aldı. Bütün eşyaları attı. Yerlerine ikinci el eşyalar aldı. Sigaraya başladı. Kimseyle Semih hakkında konuşmadı. Arkadaşlarından da yavaş yavaş uzaklaştı. İçine kapandı.

Üniversitede ders veriyor, ardından doğruca eve geliyor, yol üstündeki sahafa uğruyor, okusa da okumasa da iki-üç kitap alıyordu. Eski kitaplar. Toz kokusu sinmiş kitaplar. Kapağındaki harfleri silinmiş, adları belirsiz kitaplar. Bazen çalışma masasına geçip bir şeyler yazmaya çalışırdı. Bazen hiçbir şey yapmadan şekersiz kahveyle sigara içerdi. Kahve kupasını yazdığı kâğıtların üzerine bırakır, her seferinde önceki kahveden yadigâr kurumuş lekeye denk getirmeye çalışırdı kupanın tabanını.

Heykel hala elindeydi, hala heykele bakıyordu, bakışlarını bir kıvrıma sabitleyip. Örtünün altındakileri hayal ediyordu. Birbirine sıkıca sarılmış iki insandı belki. İki âşık, iki dost, iki akraba, iki küçük çocuk. En son bir insana sarılalı yedi yıl olmuştu. Yedi soğuk yıl. Sandalyeden kalktı. Heykeli çalışma masasına koydu. Evindeki her şey gibi masa da eskiydi. Eski, sade, dingin. Pencereye doğru yürüdü, pencereyi açtı. Sigarasını almak için yeniden çalışma masasına gitti. Bir sigara yaktı, bir nefes çekti, heykeli eline aldı, örtünün altındakileri düşündü. Dumanı heykele doğru üfledi. Sanki altındakiler rahatsız olup çıkacaklarmış gibi. Bekledi. Bir şeyler olmasını bekledi. Bir şeyler olmasını istedi. Bekledi. Bekledi. Sigaranın külü birikmişti. Düştü düşecekti. Bekledi. Hiçbir şey olmadı. Sadece saatin tik-takları.

20 Kasım 2013 Çarşamba

İlk Marka Hz. Âdem mi? - Serhan OK

İlk Marka Hz. Âdem mi? - Serhan OK

Hayat Âdem babamızla başlamışsa, tarihin ilk markası da kesinlikle odur. Bir adı, bir varoluş amacı, bilmesek de özgün bir yüzü, vücut şekli, hiç duymamış olsak da özgün bir sesi, hiç tanımasak da bir kişiliği vardı. O bir markaydı ve tarihin ilk markasıydı.
Uzun süren araştırmaları ve düşünme seansları sonucu tarihin ilk markasının Hz. Âdem olduğunu “keşfeden” Serhan Ok, marka kavramının insanın doğasından beslenerek ortaya çıktığını belirtiyor ve bu düşüncesini şöyle ifade ediyor: “Bugün iyi bir marka yaratmak için yapılmak istenen şey, tam olarak markanın hedef kitlenin gözünde bir insan hüviyetine bürünmesini sağlamaktır. Tutarlı ve güvenilir bir insan yaratmak… Prensiplerini, zevklerini ve rakiplerinden ayrışan özellikleri tasarlamak… Ona bir ad, bir ses, bir dış görünüş vermek…”
Kendisi de bir marka danışmanı olan Serhan Ok, İlk Marka Hz. Âdem mi? ismini taşıyan kitabında, ortaya attığı bu ilginç sorunun yanıtını kapsamlı bir şekilde veriyor. Ok, iddiasını sağlam temellere oturtmakla kalmıyor, bu bakış açısı üzerinden bir markanın nasıl yaratılacağını, yaşatılacağını ve yönetileceğini de anlatıyor.
Marka danışmanlığına gönül verenler kadar kendi markasını yaratıp yönetmek isteyenlere de yepyeni bir pencere açacak olan İlk Marka Hz. Âdem mi?, zengin örnekleri ve vaka analizleriyle meraklılarına ışık tutacak.

İDEFİX‘te İNKİLAP‘ta KİTAPYURDU‘nda YEM KİTABEVİ‘nde KİTAPAĞACI‘nda.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Yaratma Sancıları - Bülent Özgün



1. Gün 1. Sayfa

O melun yaratıkların yedi iklim dört bucak yayılmaya başladığını fark ettiğimden beri herkesi uyarmaya çalışıyorum. Ama insanoğlu öyle kör, öyle aymaz ki… Yaklaşan tehlikeye gözlerini kapadılar, kulaklarını tıkadılar. Neyse ki ben her şeyin farkındayım ve herkese de bildiklerimi anlattım.
İlkin hangi uğursuzluğun içinden çıkıp geldiklerini hâlâ çözebilmiş değilim. Ben onlar hakkında bilinçlenip de tedbir almaya başladığımda, azametli yürüyüşlerine çoktan başlamışlardı. Binlercesi, belki de milyonlarcası lanetli emri alıp dağları tepeleri yürüyerek aşıyor, yeryüzüne karış karış dağılıyordu.
...


Burada kıt kalıyorum işte, ilerlemenin imkânı yok…
Başlarda müthiş bir fikirmiş gibi gelmesine rağmen, hikâyenin devamını getirememem asabımı ziyadesiyle bozuyor, yavaş yavaş başka bir fikir üzerine, mesela Tanrı Olmanın Sıkıntıları’na dair, yazmaya başlama hissi birikiyor zihnimde. Daha önce de böyle yazma sancılarına boğulmuştum; lakin biraz kendimi zorlayınca zihnim ataletten kurtulup yatağını buluyordu.
Şimdi vaziyet biraz daha farklı sanki: Genel çerçeveyi, öykünün seyrini az çok belirlememe rağmen, bir türlü istediğim ritmi yakalayamıyorum. Birinci tekil şahıs anlatıcı kullanmanın getirdiği sınırlar hoşuma gitmiyor değil; lakin diğer yandan bu sınırlar öykünün genişlemesine de engel teşkil ediyor. Olağan-dışı ve üstü bir kurgu oluştururken böylesi dil hudutları olması muhayyilemin randımanlı işlemesine mani oluyordur belki. Bu yüzden arzu ettiğim gibi yazamıyor olabilirim.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Kediler Güzel Uyanır - Yekta Kopan


Daha evvel hiç Yekta Kopan okumamıştım, A. Orçun Can'ın kısa film yaptığı öyküyü çok merak ettiğim için okumaya karar verdim (Filmle ilgili bilgi için: http://www.kayiprihtim.org/portal/2012/05/04/orcun-candan-fil-mezarligi/).
Güzel bir öykü kitabı okuduğumu söylemeliyim. Ayfer Tunç-Murat Gülsoy-Yekta Kopan üçlüsünün edebi bakışının sıkıcı olacağını düşünürdüm hep ama kesinlikle öyle değiller (en azından ikisini okuduğum için söyleyebilirim, a yok bir Murat Gülsoy öyküsü okumuştum ben, üç yazara da yakından olmasa da baktım diyebilirim).
Kitaptaki öyküleri üç başlıkta toplayabiliriz ve zaten yazar bunu yapmış:
1. Bulutlar Konuşurken
2. Düşmüş Bir Harf
3. Yarın Sabah Öp Beni

İlk kısımda hikaye ağırlıklı olmayan, daha çok anlatıya yaklaşan, dili önemseyen bir biçim var. Buradaki öykülerin sıradan öykü düzenine uymadığını söyleyebilirim. Bir baş-son, yükselme-çözülme beklememeli okuyucu.

İkinci kısımda daha deneysel öyküler yer alıyor: Bir öyküdeki tüm sözcükler aynı harf ile başlayabiliyor örneğin. Bu kısımdaki en sevdiğim öykü Matruşka idi: Kısa bir yazı okuyorsunuz, bir hitap belki de. Sonra o metindeki bazı sözcükler çıkıyor sonraki sayfada ve yeni bir metin doğuyor, bu böyle sürüyor. Harika bir fikir.

Üçüncü kısımdaki metinler geleneksel öyküye daha yakın, o yüzden geleneksel okuyucuyu daha çok tatmin edebilir. Ayrıntılarla zenginleşen bir anlatım hakim. Kimi öyküler içe dokunuyor.

Tek tek öykülerden bahsedeceksek: Dikkatimi çekenler söyleyeyim:

Diyet: Kısacık ve duygu yüklü. Ayrılığın yüküne dair. Çok etkileyici.

Beş Duyu: Bir cümle: “…ya da hala nefes alıp veriyor olmalarının ürkek omzunu başka bir duvara yaslıyor.” (s. 35)

Pazar Günü: Pazar günü evde sıkılan bir çocuğu anlatır. Sonuna doğru iyice olağandışı bir hal alan öykü beni çok etkiledi. Öykünün sonuna doğru çocuk damarlarını açıp kanının akışını izlemektedir. Belki de her şey çocuğun zihninde oluyordur. Kim bilir.

Tensikat: İşten atılıp atılmayacağını, parkelerin birleşme çizgilerine basmadan apartman kapısından yola kadar olan mesafeyi yedi adımda atmasına bağlayan bir adamdan bahseder bu öykü. Çok ilginçti. Her şeyden öykü çıkabileceğini gösterdi bana.

Fil Mezarlığı: Çok naif, etkileyici bir öykü. Ayrıntılar, gerçekliği ve samimiyeti arttırıyor. İkinci tekil şahıs anlatım, öykünün duygusunu yükseltiyor.
Bir cümle: “Seni dinledim. Eve ezberlettiğin sesleri. Kapıyı kilitleyişin, dişini fırçalayışın, yatak örtüsünü açışın, yastığını kabartışın…” (s. 81)

Hanımefendi: Bir cümle: “Zamansız gölge, bir iğne oyasının kendiliğinden şiirli motiflerini yayıyor kahve fincanlarının arasına.” (s. 90)

Perde 2, Sahne 4: İki kadın parkta sohbet ediyorlar, birinin oğlundan bahsediyorlar. Ama sohbet sırasındaki tavırları, sanki onlar bir sahnedeymiş ve oyuncularmış gibi anlatılıyor. Bir tiyatro sahnesi. İlginç bir okuma deneyimi yaşatıyor. Muhtemelen benim farkedemediğim bir alt-metni de vardır.
Bir cümle: “Sahne bitiyor. Parkın görünmez kadife perdesi iki kadının üstüne kapanırken göğün yedi kat yukarısından alkış sesleri duyuluyor.” (s. 97)

Muasır Medeniyetler Mertebesi: Bir cümle: “İnsan en kolay kendinden utanıyor. O yüzden sevmem aynaları.” (s. 110)

11 Ağustos 2013 Pazar

Blow-Up Nedir?

Blow - Upforum resmi
İngilizce dilinde, günlük kullanımda "büyütmek, şişirmek" anlamına gelen sözcük fotoğrafçılık terimi olarak fotoğrafın boyutunu büyütmek anlamına geliyor.
Sinema dünyasında anlamı, 16mm ile çekilen filmi 35mm filme aktarmak, dönüştürmek anlamına geliyor.
Bu işlemi açıklamak için önce 16mm ve 35mm film nedir, onu açıklamak gerekir sanırım:
16mm Film, kullanımı yaygın ve ekonomik olan bir film boyutudur. 16mm adı, filmin negatifinin genişliğinden gelmektedir. 16mm genellikle yarı-profesyonel amaçlı olarak kullanılır.
35mm Film, fotoğrafçılık ve sinemada yaygın olarak kullanılan temel film ölçüsüdür. İzlediğimiz, neredeyse, her film 35mm ile çekilmiştir. 35mm 1909'da uluslararası standart ölçü olarak kabul edilmiştir ve görüntü gösterimi ve çekiminin her ikisi için hakim film ölçüsü olarak kalmıştır.

forum resmi
forum resmi



Peki, bir film neden 16mm'den 35mm'ye aktarılır?
Sinema sanatına tutkun bir çok insan, bu işe başlarken en ucuz format olan 8mm ile başlar, sonra 16mm'ye film çeker. İzlediğimiz bir çok kısa film 16mm formatındadır. 35mm pahalı olduğu için uzun metrajlı festival filmlerinin çoğu da 16mm formatında çekilmiştir. İş böyle olunca örneğin festivallerde bir film stüdyoların dikkatini çekerse filmin, sinemalarda gösterilebilmesi için boyutunun büyütülmesi gerekir, bu işleme de Blow-Up denir.

Cümle içinde kullanalım:
"Gorge Huang ziyaretime geldi. El Mariachi'nin blow-up masraflarından bahsederken, stüdyoların parayı çar-çur ettiklerini söyledim."
Ekipsiz Asi - Robert Rodriguez (s. 158) Kaknüs Yayınları, 2001.

Kaynak: Vikipedi

Foley Nedir?


forum resmiforum resmi

Foley, film çekildikten sonra, post-prodüksiyon aşamasında filme eklenen yapay mekan sesleridir. Oyuncunun ayak seslerini, yağmurun sesini, oyuncunun giysisinden gelen kumaş hışırtısını, kağıt yırtılmasını, bir şeyin yere devrilme sesini veya kapının açılıp kapanma sesini Foley için örnek sayabiliriz. Bu sesler Foley Stüdyosunda(bkz. resimler) yeniden yaratılır. Bu süreci uzun uzun anlatmayacağım, çünkü bu vidyo çok iyi anlatıyor:

Peki bu sesler film sırasında kaydedilmiyor mu? Neden sonradan ekleniyor?
Film çekimi sırasında sadece oyuncuların konuşmalarına odaklanılıyor, çoğumuzun bir film hatası olarak fark ettiğimiz (yukardan kadraja giren) boom mikrofonlar bu iş için kullanılıyor. Eğer tüm sesler aynı anda kaydedilseydi konuşmalar bir uğultu içinde olurdu.
Boom Mikrofon:
forum resmi

Teknolojinin ilerlemesiyle belki tüm mekan sesleri ve diyaloglar aynı anda kaliteli bir biçimde kaydedilebilir ama film dili açısından şöyle bir sorun var: İzleyicinin tüm sesleri duyması gerekiyor mu? Tabi ki gerekmiyor. O sahnede öne çıkması gereken bir ses varsa onu duymamız gerekiyor. Örneğin: Bize yavaş yavaş yaklaşan birisinin ayak sesleri, kadraj dışında kalan birinin giyinme sesleri veya çatal bıçak sesleri. Sahnenin önemine binaen izleyicinin bu sesleri duyması gerekiyorsa bu sesler daha belirgin olmalıdır ama izleyici bu sesleri film boyunca duymak istemez.
Bir dövüş filmi düşünün birbirine gerçekten vurmayan oyuncuların yumruk ve tekme sesleri nereden geliyor? Tabi ki Foley sanatçısının bir torbaya veya et parçasına vurmasından.

forum resmi

Bu sebeplerden mekan sesleri Foley sanatçıları tarafından yeniden yaratılır ve sonra filme eklenir.

Neden Foley deniyor bu işleme? Çünkü bunu ilk yapan kişinin ismi Jack Foley’miş.
Bana kalırsa ilk Foley’i ilk kullananlar Commedia dell'Arte sanatçıları. Daha önce Slapstick teriminde açıkladığım üzere Commedia dell'Arte tiyatro topluluğu, kavga sahneleri sırasında sahne arkasında iki düz yayvan tahtayı birbirlerine vururlarmış ki oyuncular birbirlerine vurduklarında “çat pat güm” sesleri çıksın.

Kaynak: Vikipedi ve http://www.sound-ideas.com/what-is-foley.html#.UMTeTKyAPEV

Take Shelter - Sığınak





Hepimizin zaman zaman yaptığı bir psikolojik savunma biçimini konu edinen harika bir film. Yansıtma. Baş kişi Curtis, nereden kaynaklandığını bilemediğimiz ve bilinçaltına ittiği korkularıyla ve endişeleriyle mücadele edemiyor ve bu sorunların hepsini baş edebileceği bir soruna, yani büyük bir fırtınaya yansıtıyor.

- keyif kaçırıcı bilgi içerir -

Zihinsel karmaşasını düzene oturmak ve kendisine bir savunma alanı yaratmak için de bir fırtına sığınağı yapıyor. Tüm ruhsal sorunları, yakında kopacak büyük bir fırtınada vücut bulduğu için tedavi olarak bir sığınak yapması çok doğal. Bir yandan onu hiç rahat bırakmayan rüyaları da yavaş yavaş yaklaşan bir fırtınanın değil deliliğin habercisi. Annesinin yaşadığı ruhsal bozukluğun kendisinde de ortaya çıkacağı korkusu zamanla palazlanıp onu bir depresyona sürüklüyor ve bu depresyon, yanında eşine ve çocuğuna dair bazı endişelerini de su yüzüne çıkarıyor. Onlarca şey düşünülebilir. Curtis bunların hepsinden kendince kaçmaya çalışıyor ve filmin sonuna doğru eşi sayesinde sorunlarıyla yüzleşme fırsatı buluyor.

- keyif kaçırıcı bilgi içerir -

Derken film çok şaşırtıcı bir biçimde o ana kadar Curtis'e dair düşündüklerimizi alt üst edip bambaşka bir açıklama getiriyor. Bu açıklamanın bende bir kandırılmışlık hissi yarattığını söyleyebilirim. Beğenmedim. Film o ana kadar ortaya koyduğu sorunları çok basit ve kolaya kaçar bir sonla çözüme ulaştırıyor; ama aslında herhangi tatmin edici bir sona da ulaşmıyor diyebiliriz.
Görselliği çok yüksek bir film Take Shelter. Yönetmen Jeff Nichols söylemekten ziyade göstermeyi tercih ediyor. Bu da psikolojik bir film için çok yerinde bir tercih. Bu, oyuncuların zorlanmasına neden olacak bir tercih ama Curtis'i oynayan Michael Shannon ve eşi samantha'yı oynayan Jessica Chastain bu zorluğun altından çok iyi kalkıyorlar. Michael Shannon, karakterin yaşadığı baskıyı, endişeyi, korkuyu ve bunların yarattığı o güvensizlik ve tedirginlik halini gözlerinde, duruşunda ve sesinde çok iyi yansıtıyor. Jessica Chastain evin güçlü hanımı Samantha rolünde muhteşem.
Velhasıl genel itibariyle ilginç, izleyeni içine alan, düşündüren, etkileyen bir film Take Shelter. Derdim sadece sonuyla.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Yedi Eşli Kumap - Bülent Özgün

Size, yaşadığınız dünyaya yaraşır bir masal anlatacağım.
Beni çok iyi dinleyeceksiniz çünkü bir gün gelecek bu anlattığım masalın hayaliyle mutlu olmayı hatırlayacaksınız.


Bir zaman sonra, yeryüzünün unutulmuş bir köşesinde, kimsenin bilmediği, bilse de unutmak istediği kara bir diyar var olacak. Hükümdarı Kara Kral olan Karadiyar’ın bir de prensi olacak: Prens Kumap. Bu prens, halkını öyle büyük bir zulümle yönetecek ki halkın kötülüğe alışıp onu sevmesine bile izin vermeyecek.
Karadiyar’ın tüm ışığı sönünce Prens, Kara Kral’ın hükümdarlığını tüm dünyaya yaymak isteyecek; lakin böyle bir kudrete erişmesi için yerin altından, ta derinlerden karanlığın sırlarını toplaya toplaya uzun bir yol kat etmesi ve sonunda yerin yedi kat altına inerek siyahın özü Amle’yi bulup yemesi gerekecek. Bu ölüm karası yemişe erişebilmesi içinse yerin katlarını koruması için görevlendirilmiş yedi dev Ecüc’le çiftleşmesi ve onları kendine eş etmesi gerekecek.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Bir Deli Değilin Öyküsü / Feyyaz Kayacan'a Saygıyla - Bülent Özgün

Ustaya saygıyla...

Birinin kendisine seslendiğini duyunca irkilerek kafasını yaptığı işten kaldırdı. Doğru mu duymuştu yoksa yorgun beyni kendisine bir tür oyun mu oynuyordu? Durup dikkatle dinledi, ama çıt yoktu. Başını eğerek yaptığı işe geri döndü; sonra sanki sesin sahibini kandırabilecekmiş gibi bir kez daha kaldırıp yeniden dinledi, ama nafile. Omuzlarını silkerek işine geri döndü ve tam o anda davudi bir ses karanlıklar içinden gürledi:
-   Yine mi tıkandın?
-   Oha! Sen miydin? Bir günde adam gibi girdiğini görsem kurban keseceğim Musa abi. Ödüm koptu.

Sesin sahibi, orta boylu, seyrek saçlı fırça bıyıklı göbekli bir adam, gürlemeye devam:
-   Hadi ülen dinsiz herif, kurban kim, sen kim! Hem sen nerde duydun ilhamın haber vererek geldiğini, çat diye gelirim ben, öğrenemedin mi teres!
-   Öğrenemedim! Ne biçim ilhamsın sen be abi, bıyıklı ilham mı olur ya! Yazacağım varsa da seni görünce aklımda ne var ne yok, tilki görmüş tavuklar gibi kaçışıyor.
-   Benzetmeye bak, lan ben sana böyle mi öğrettim zibidi, hiç ders almamışsın yıllardır. Hem senin kafan kümes gibiyse benim suçum ne?
-   Tamam abi tamam, yardım edecek misin yoksa böyle üst perdeden konuşmaya devam mı?

30 Temmuz 2013 Salı

Hayvan Yemek - Jonathan Safran Foer


Çeviren: Garo Kargıcı

Ünlü kurgu yazarı Jonathan Safran Foer, bu sefer hayli acıtıcı bir gerçek üzerine yazıyor: Hayvan yemek. Bu eylem çoğumuz için çok doğal; yüzyıllar boyu, bunu hayatımızın bir parçası haline getirene kadar hayvanları öldürüp yedik çünkü, hala da yiyoruz. Foer, bu edime dair hislerimizi, hayvanların hislerini, bu edimin doğanın dengesine etkisini ve en çok da ticari yanını temel alarak hayvan yememize çok geniş bir açıdan bakıyor. Bunu yaparken çok ciddi araştırmalar sonucu edindiği verilere, işin içindeki insanların söylediklerine, kendi çıkarım ve hislerine başvuruyor. Kitaplarında fiziksel oyunlara yer veren Foer, bu kitapta da bölüm başlıklarını farklı puntolarla ve ilginç biçimlerde yazıyor: Örneğin Tesir / Suskunluk bölümünde 8 sayfa boyunca yan yana Tesir / Suskunluk yazıyor ve bu yazıdaki harflerin sayısı bir Amerikalı’nın hayatı boyunca yediği hayvan sayısına denk.
Kitabı bölüm bölüm tanıtmak sanırım daha açıklayıcı olacaktır:

Bölüm 1: Öyküler Anlatmak:
Foer, bu bölümde yeme alışkanlıklarımızın sadece karın doyurmaktan ibaret olmadığını, bunun ailemizle bir öykü oluştururken, bir geçmiş inşa ederken kullandığımız en temel anılar olduğunu ortaya koyuyor.

28 Temmuz 2013 Pazar

Silah Tüccarı - Hugh Laurie


Silah Tüccarı - Hugh Laurie
Çevirmen: Övgü İçten

"House" dizisinin baş rol oyuncusu, "House"u "House" yapan o karizmatik oyuncu Hugh Laurie'nin ilk ve şimdilik tek kitabı Silah Tüccarı. Nicedir merak ediyordum, şimdilerde fırsat buldum okumaya ve son sayfasına dek, heyecanla ve yüzümde kocaman bir gülümsemeyle okudum. Çok komik ve edebi açıdan bir polisiyeye göre çok yetkin.
Eski asker, dürüst tetikçi Thomas Lang, kendisini az çok geçindirecek küçük bir iş bulmaya çabalarken kendisini cinayetlerin, büyük paraların, kirli devlet görevlilerinin, büyük silahların ve güzel kadınların arasında bulur. Kendisini kat kat aşan devasa işlerin içinden, kendisini böcek gibi ezebilecek büyük ve tehlikeli adamların arasından sıyrılabilmesi için zekasına, tecrübesine ve yeteneklerine güveniyor. Bir de hayatına pat diye düşüveren kadınlar var ki bu da Thomas'ın dertlerinin bir kısmı. Onlar olmasa belki de kimse ona bir şey yaptıramaz; ama her dürüst ve merhametli erkek gibi kadınlar yüzünden eli kolu bağlı.
İyi bir kitap okuyacağınıza garanti veriyorum. Çok iyi bir çeviri okuyacağınıza garanti veriyorum: Övgü İçten'e en içten övgülerimi [biliyorum, ama yapmak zorundaydım (güler)] sunuyorum.
Zihni dert bulmasın harika bir çeviri yapmış.

Çevirinin niteliğine küçük bir kanıt:

18 Haziran 2013 Salı

Uzayda Dehşet Tora - Peter Randa

Uzayda Dehşet Tora - Peter Randa
Çeviren: Atilla Tokatlı

Hiçbir heyecan barındırmayan ama çok da sıkmayan bir kitap; lakin çevirisi harika: Atilla Tokatlı harika bir iş çıkarmış. 1983 tarihli çeviride şimdiki ifadelerden farklı ifadeler kullanıldığı için zaman zaman gülümsetiyor. Mesela şimdilerde "mutant" olarak kullandığımız sözcüğe "mütan" demiş Atilla bey ve güzel de uymuş. O dönem 15 günde bir yayınlanan Baskan Kurgu - Bilim dizisinin kitaplarından biri olan "Tora"da ne çeviri ne de edisyon bakımından hiçbir sorun yok. Kitabın konusu basit: İki dünyalı, kayıp bir savaş aracının prototipini bulmaları için dünya hükümeti tarafından Tora gezegenine yollanırlar. Görevlerini yerine getirirken bunu Tora'daki ilkel kabilelerden ve Tora halkından gizlemelidirler çünkü herkes Dünya Hükümeti’ne diş bilemektedir. Tabi işler umulduğu gibi olmaz. İşin içine siyasi meseleler girer. Yalanlar ve aldatmacalar her yerdedir.
Bunlar olurken anlatıcı, bize bazı ileri teknolojilerden bahseder, Tora'nın ilginç canlılarını tasvir eder ama bunların hiçbiri okurun ilgisini çekecek yererlilikte değil. Hele okuyucu bilimkurgu edebiyatına aşina ise Peter Randa'nın sunduğu teknoloji, bilim ve başka dünyalar ona pek ilginç gelmeyecektir. Yine de yazarın sıcak, insani bir üslubu olduğunu söylemek gerek. Tabi bu üslubun sıcaklığında çevirmenin etkisi de çok büyük. Son olarak ana karakterin, ileri teknolojiyle üretilmiş yiyecekler yemesine rağmen içtiği sigaraların teknolojiden nasibini almaması bana garip ve komik geldi. Özetle: Okumasanız bir şey kaybetmezsiniz.
Kitabın hakkını yememek adına, bugün bile geçerliliğini koruyan bu iki yargıyı paylaşmam gerek:

"Ve insanlar, ister kabile olsun, ister halk; kendi kendilerini yönetmek istedikleri andan itibaren, sadece egoizmi besleyen ve dış görünüşten başka bir şeye saygı duymayan yasaların zulmüyle baş başa kalıyorlar." (s. 29)

"Dünya üzerinde büyük kargaşa, birtakım milletler yeryüzünü fethetmek için değil de yenik halkları 'özgürlüğe kavuşturmak' için savaşa girdiği zaman başladı." (s. 125)

26 Mayıs 2013 Pazar

TANRIGİLDE Bir Akşam (An Evening at GODs) - Stephen King


KARANLIK BİR SAHNE. Işık, karanlığın ortasında kendi başına dönen kâğıt bir küre maketinin üzerine vurur. Sahne ışığı azar azar ortalığı aydınlatmaya başlar ve biz oturma odası şeklinde bir sahne görürüz: rahat bir sandalye ile yanında bir masa ( masanın üzerinde açılmış bir şişe bira durmaktadır ) ve odanın bir tarafında sehpalı bir televizyon. Masanın altında birayla dolu bir seyyar soğutucu vardır. Ve bir sürü boş şişe. Tanrı’nın kafası iyidir. Sahnenin solunda bir kapı vardır.

TANRI- beyaz sakallı iri bir adam- sandalyede oturuyor, bazen bir kitap ( İyi İnsanların Başına Kötü Şeyler Geldiğinde ) okuyor bazen de televizyon izliyor. Ne zaman televizyona bakmak istese her seferinde boynunu uzatmak zorunda kalıyor çünkü havada süzülen küre (bir ipin ucuna asılmış olsa gerek) görüş alanına giriyor. Televizyonda bir dur-kom var. Tanrı ikide bir gülme seslemesiyle birlikte kıkırdıyor.

Kapı vurulur.

TANRI (çok yüksek bir sesle)
Gir içeri! Kuşkusuz, ardına dek açık sana kapım!

Kapı açılır. İçeri Aziz Peter girer, üzerinde bol beyaz bir cüppe vardır. Yanında bir zarf taşımaktadır.

TANRI
Ooo Peter! Tatildesin diye biliyordum!

AZİZ PETER
Yarım saate kalmaz gidiyorum, ama imzalamanız için şu kâğıtları size getireyim dedim.
Nasılsınız, TANRIM?

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Pamuk Gelin - Bülent Özgün




Bölüm 1: Pamuk

Pamuk, elinde süpürge yerleri süpürüyor. Üstünde eskimiş bir elbise, saçları dağınık, yüzüne bezgin bir ifade hakim. İçerden Kral sesleniyor:

“Pamuuuk! Benim pantolonum nerde?”

“Nereye koyduysan orda.”

“Bi’ kere de doğru dürüst cevap versen ölürsün be kadın!”

“Sen de eşyalarını oraya buraya atmasan ölürsün herhalde, akşama kadar canım çıkıyor arkanızı toplamaktan!”

“Aman iyi be! Yine başlama!”

Pamuk, ellerini göğe kaldırıyor.

“Yarabbim sana karşı ne hata işledim de karşıma şu çulsuzu çıkardın.”

“Hayatını kurtarıp seni prenses yaptığım günleri unuttun bakıyorum da.”

“Aman sevsinler, ne oldu sanki, şimdi de senin yüzünden mahvoluyor hayatım.”

Yavaş yavaş sinirlenmeye başlayan Pamuk, pencereden dışarıda oynayan kızına sesleniyor:

“Elyaaaaaf! Kızım yeme o elmayı, zehirli filan olur Allah korusun, kaç kere diyeceğim sana!”

Kral don-atlet* dolaşıyor; hem kendi kendine aranıyor hem de söyleniyor:

“Paranoyak karı…”

“Ne dedin sen! Sensin paranoyak! Benim çektiklerim sen çekseydin, şimdi ağzından salyalar aka aka tekerlekli sandalyede oturuyor olurdun.”

“Abartma! Yalan mı, kötü bi’şey olur diye saçını bile taramıyosun, bütün gün evin içinde papaz gibi dolanıyosun!”

“Sana ne deyim bilmem ki! Allah sana bin beterini yaşatsın, İnşallah!”

“Hala bir kral olduğumu hatırlatırım sana, senden de bir kraliçe gibi davranmanı bekliyorum, çingene gibi değil.”

“Bayramlık ağzımı açtırma şimdi. Baban öldükten sonra, sümsüklüğün, beceriksizliğin yüzünden ancak üç yıl dayanabildi krallık, ne elde kaldı ne avuçta. Kralmış, kıçımın kralı.”

“Ağzını bozma! Terbiyesiz kadın! Yoksa…”

“Yoksa ne? Döver misin? Bi’ onu yapmadığın kalmıştı! Hele bi’dene bakalım, dene de seni bu pisliğin içinde bırakıp gideyim. Ben olmasam sen elini bile yıkamazsın be! Pis herif!”

“Sanki hint kumaşısın, mübarek…”

“Ne demek şimdi bu, ben senin için saçımı süpürge edeyim, senin ettiğin lafa bak! Git daha iyisini bul o zaman.”

Pamuk, ağlamamak için elini ağzına bastırsa da patlama gerçekleşiyor, hüngür hüngür, bardaktan boşalırcasına ağlamaya başlıyor.

“Zamanında çektiklerim yetmiyormuş gibi şimdi de bu düşüncesiz heriften çekiyorum, ah ben ne bahtı karaymışım. Aaaaah! Ah! Oooooof! Of!”

12 Mayıs 2013 Pazar

Ay-na - Bülent Özgün


Canın çok acıyor. Sürekli. İçinde büyüyen bir şey, kendine yer açmaya çalışırken, gün geçtikçe organlarını teker teker sıkıştırıyor sanki. Karnın iyice şişmeye başladı. O iğrenç herifin getirdiği çiğ etlerden ne kadar çok yesen de doymuyorsun. Sürekli açsın. Sana neler oluyor bilmiyorsun. Bazen dayanamayıp kusuyorsun ama birden tekrar bastırıyor o et açlığı. İğrenç bir çakal gibi saldırıyorsun etlere. Ağzın burnun kana bulanıyor. Eline ne gelirse yiyorsun: Mide, bağırsak, ciğer, kulak, göz… Çoğunlukla kırmızı et oluyor. Arada bir de tavuk. Bazen o adi herif parçalamadan getiriyor onları. Dişlerinle parçalamaya çalışıyorsun, yapamıyorsun. O açlık öyle baskın ki şimdiden iki dişini kırdın. Canın çok acıyor. Ölmek istiyorsun. Yoruldun bu açlıktan ve acıdan.

Her şey o gün başladı.

3 Mayıs 2013 Cuma

Yeni Tür - Bülent Özgün

Her şey uzun zaman önce başladı; çok daha hızlı koşabildiğim, koca bir kak-kırtı tek ısırışta parçalayabildiğim, burnumun çürük bir harşa benzemediği, kabilenin tüm dişilerini peşimde koşturduğum zamanlardı…
Güzel ve huzurlu bir yaşamımız vardı. Etrafımızı saran o güzelim ağaçların, yemişlerin, çiçeklerin, tertemiz havanın, suyun, gökyüzünün, her şeyin tadını çıkarıyorduk.
Diğer türlerle de aramız iyiydi. Dinozorlardan uzak duruyorduk, işlerine karışmadığımız sürece onlar da bize karışmıyordu. Arka ayakları üzerinde yürüyebilen tüysüz insan yaratıklarıyla da iyi geçiniyorduk; bizi seviyorlardı, bize yiyecek veriyorlardı. Biz de onları seviyorduk. Oldukça zayıf ve savunmasız olmalarına rağmen o dev dinozorları öldürebilecek kadar akıllı ve cesurdular. Sonra, dinozorlar gibi korkutucu da değildiler ya da böcekler gibi rahatsız edici.

Bir gün en yakın arkadaşım Fırrt (sürekli orayı burayı eşeleyip bulduğu her şeyi fütursuzca midesine indirdikten sonra, olur olmaz zamanlarda kuyruğunun altından çıkardığı pis kokuya eşlik eden ses yüzünden onu böyle çağırıyoruz) her zamanki gibi dilini sarkıta sarkıta bana doğru koşup heyecanla şöyle dedi:

25 Nisan 2013 Perşembe

Room / Oda - Emma Donoghue



İnsanı ilk sayfasından alıp son sayfasına savuran sarsıcı bir roman. 5 yaşına yeni basmış bir çocuk ve annesi, kimliği belirsiz biri tarafından tamamen yalıtılmış bir odada yıllardır hapis tutulmaktadır. Çocuk o odada doğmuş, o yaşa kadar o odada kalmıştır, o çocuk için evren Oda'dan oluşmaktadır. Yaşlı Nick diye seslendikleri o zalim adam, yemeklerini getirir, ihtiyaçlarını giderir ve arada bir gelip Anne'yle birlikte Yatak'ı gıcırdatır. Yaşlı Nick'in geldiği geceler Jack Dolap'ta uyur ve gıcırtıları sayar. Günler böyle geçip gider. Umutsuz bir bekleyiş, çaresizlik, kapana sıkışmış genç bir kadın ve Güneş'i gerçekten görmemiş bir çocuk. Az çok özetlemeye çalıştığım bu etkileyici öykü, Jack'in o sıradışı zihninden anlatılır.
İlk bir kaç sayfa, 5 yaşındaki Jack'in ifadelerine alışana kadar zor geçiyor ama sonra müthiş bir hız ve merakla romanı bitiriyorsunuz. Romanın dili çok güzel ve çevirisi harika: Gül Çağalı Güven çok yetkin bir çeviri yapmış. Yaşı 5 olan bir anlatıcının ifadelerine alışkın olmayan Türk okuyucusu, başlangıçta bu farklı ifadeleri çevirmenin hatasına bağlıyor ama romanın içine girdikçe çevirmenin iyi bir iş çıkardığını anlıyor/anlamalı.

Özellikle odadaki nesnelerin tamamının büyük harfle başlaması çok zekice bir buluş. Odadaki her şey Jack için cins olamayacak kadar nadide çünkü. Kitabın kurgusu kuvvetli, olaylar sarkmıyor, yaşananlar mantıksız durmuyor, sıkmıyor. Yıllarca tek bir odada kilitli yaşamanın tahmin edemediğimiz sonuçlarını yazar müthiş bir hassasiyetle aktarıyor, kitap beni en çok bu noktada vurdu. Dünya Jack'in ağzından o kadar naif ve farklı bir bakışla aktarılıyor ki başka bir romanda etkili durmayan sözcükler, bu kitapta kocaman bir etki yaratıyor:

"Anne de Tank'la oynuyor ama çok uzun sürmüyor. Her şeyden çabuk sıkılıyor, bu yetişkin olmasından gelen bir şey." (s. 48)

"ama ağlamam sözcüklerimi eritiyor, duyamıyorum sözcüklerimi." (s. 145)

"esaret yeni bir icat değil." (s. 216)

"Başımı musluğa çarpıyorum. 'Dikkat et.' neden kişiler ancak acıdıktan sonra söylüyolar bunu?" (s. 258)

Romanı okumayı düşünenler için kati not: Kesinlikle ve kesinlikle internetteki kitaba dair yorumları ve arka kapağı okumayın, çünkü müthiş bir spoiler barındırıyor yorumların çoğu ve arka kapak.


24 Nisan 2013 Çarşamba

Felsefenin Öldüğü Gün (The Day Philosophy Dies) - Casey Maddox

Felsefe ölüyor; Eylem başlıyor

Çok hızlı bir okuyucu olmadığımdan, handiyse bir kaplumbağa olduğumdan, kitapla olan uzun birlikteliğim, onunla derin bir ilişki kurmama neden olur: (Bulmakta zorluk çekmediğim)Bir sebepten onu kabullenir, herkese karşı(ebeveyn bağlılığıyla) savunacak hale gelirim.
Bu sefer de böyle oldu: Üst-Düzey Güvenlikli Pelican Bay Eyalet Hapishanesi mahkûmlarından Casey Maddox’un yazdığı “Felsefenin Öldüğü Gün” adlı bu muhteşem kitap, beni çok etkiledi; onu çok sevdim.

Hemen şimdi söylemeliyim: Kitabın sonuna geldiğimde Casey, birincisi kitabın ortasında olmak üzere iki kez suratıma sıkı bir tokat çekti: Kitap boyunca üzerinde durduğu Batı Uygarlığı bağımlılığından ve tahakkümünden kurtulamadığımı, yazdığı satırlardan ziyade yazmadıklarıyla gösterdi.

Üç-beş sayfada bir, arkadaşlarıma kendi cümlelerimmiş gibi söyleyerek hava atmak için bir kenara not etmek istediğim yığınla paragraf sardı beni. Okudum, şaşırdım, etkilendim, en çok da durup düşündüm.

Tam Her şeyi anladım dedim, kitap olanca acımasızlığıyla Cık! O kadar kolay değil dedi: Anti-kahraman, süper yıldız, başkarakter her ne yaşadıysa(sahip olduğu olanca kafa karışıklığıyla) ben de yaşadım.

Neyse, biraz kitaptan bahsedeyim:
Anti-kahraman, süper yıldız, başkarakterimiz, bir sabah maskeli insanlar tarafından uyandırılır, bir kadın(Deirdre) ve üç adam("Yahudi-olmayan Derrick", "Normal John" ve "Pek-Ufak-Değilmiş Joe").
Bu insanlar, ona, senaryosu "İflahın Büyük Kara Kitabı: Batı Uygarlığı Bağımlılığından On İki Adımda Kurtuluş" adlı kitaba göre şekillenen bir şokümanter(filme alınan her şeyin gerçekten yaşandığı film türü) çekeceklerini ve başrolünde kendisininin oynayacağını söylerler.
Ardından yüzüne temsilcisinin ve reklamcısının kanlı yüzlerinin fotoğrafları çarpılır, her itirazında elektrik verilir, sonra banyoda aşırı dozda uyuşturucu verdiklerini söyledikleri karısını pencereden aşağıya atarlar. Kameralar kayıttadır. Film başlar.

Yönetmen Deirdre'ye göre film, Batı Uygarlığı Bağımlılığından Kurtuluş’un şaşırtıcı bir belgesi olacak ve tabi, kariyeri düşüşte olan başkarakterimizi bir süper yıldıza dönüştürecektir.

Satırlar ardı ardına dizildikçe, film kayda alındıkça, etrafımızı saran kapitalist düzen silahları ve Batı uygarlığı tahakkümlerinden ne ölçüde kurtulabileceğimizi, sarsıcı bir şekilde, başkarakter üzerinden, adım adım anlatmaya başlar kitap. Bir yandan şiddet(her türlüsü), seks(her türlüsü) ve kahkaha(her türlüsü) gırla gider tabi.

Yazarın alışılmadık üslubu, başta biraz rahatsız etse de sayfalar ilerledikçe, Algan Sezgintüredi’nin muhteşem çevirisi yardımıyla da, sizi kitabın içine sokmada fazlasıyla işe yarıyor: Bir felsefe kitabına yaraşır ağırlıktaki paragrafları bile bir solukta(sonra uzun uzun düşünmek üzere) okuyabiliyorsunuz.

Doğrusal ilerlese bile sizi ziyadesiyle şaşırtan kurgu, üstüne üstlük bir de ileri sararak, başa alarak kafanızı allak bullak ediyor, size kafanızı çalıştırmayı emrediyor. Bölümlere ayrılmış bir filmi izlerken yaramaz bir çocuğun kumandayla sürekli oynamasına benzer bir durum: Filmi kendi çabanızla anlamanız gerekiyor.
Bunca zahmet değiyor tabi: İyi bir sonla bitiveriyor kitap: Felsefe ölüyor; eylem başlıyor…

20 Ocak 2013 Pazar

Gölgesizler - Hasan Ali Toptaş

Sonraki cümlesinde beni nasıl büyüleyecek diye garip bir beklentiyle okuduğum, yudumladığım; her kelimenin kendi varlığının ötesinde çağrışımlara neden olduğu büyülü bir köy gezintisi.

İçinde, inci tanesi güzelliğinde ve olgunluğunda onlarca cümlenin barındığı tapılası eser; zihnime inen en güzel balyozlardan biri.

Sokağa çıkınca görebileceğiniz kadar gerçek olan insanların, büyülü bir evrende yaşıyorlarmış gibi tarif edilmesi; bu tariflerin sanki bir ömür biriktirilen cümlelerle kağıda dökülmesi insanı hayrete düşürüyor.

Ve hiç zorlanmadan yaratılan, mücevher değerinde cümleler:

"belki de berberin kendine sığmazlığı vardı orada; sözgelimi bir köyde, yine böyle bir dükkanda berber kılığında oturuyor ve arada bir başını çevirip buraya bakıyordu."

"köy, güneşin altında yaralı, beyaz bir hayvan gibi yatıyordu."

"şafak sökerken, sabah ezanından kopmuş heceler gibi yavaş yavaş dağılmıştı toplananlar; alacakaranlık sokakları geçip evlerine varmış ve kuş uykusuna yatmışlardı."

"herkes her şeyi görmekten körleşmişti."

"havada, her şeyi varoluşunun son çizgisine iten kalın, kalınlığı kadar da bükülmez binlerce telin gerginliği vardı."

"farklı eksikliklerin içine gizlenmiş bir fazlalık belki, bir eksiklik."

"oysa dışarıda hiç bir şey yokmuş, yani yağmurlar hala mevsimlerin ötesindeymiş. toprağın sesi bu, demiş pencerenin dibinden, ağaçların sesi, taşların, kuşların. her şeyi işitebiliyorum tanrım, kulaklarım delindi benim!"