20 Ekim 2011 Perşembe

Kara Kutu - Ediz

 































KARA KUTU - EDIZ
Boyut Yayın Grubu
421 sayfa

Beş iyi arkadaştan bahseder bu güzel, iç yakıcı kitap: Erdem, Gökhan, Rafet, Yılmaz, Reyhan
Her birinin üniversiteden sonraki gerçekçi ve hüzünlü hayatlarını okuruz kitap boyunca. Birbirlerinden çok farklı bu beş dost hayata atılmadan evvel bir karar alırlar: Hepsi az çok kalem oynatabilen insanlardır, okuldan sonra bağlantıyı koparmamak adına, hayata dair yazdıklarını Rafet'e yollayacaklar, o da çoğaltıp diğerlerine yollayacaktır. Böylece her birinin yaşamlarına dair ilerleyen ana anlatının arasına onların birbirlerine yolladıkları şiirleri serpiştirerek farklı bir kurgu oluşturur yazar. Olayları okur, ardından şiirleri okursunuz, bu sizin karakterlerle daha sıkı bir bağ kurmanızı sağlar. Özellikle Yılmaz'dan bahsedilen bölümler çok etkileyicidir ya da ben de öğretmen olduğum için fazla etkilenmiş olabilirim. Ben hayatımda hiç bir kitaba ağlamadım ama Kara Kutu bittiğinde kendimi tutamadım. Keşke bitmeseydi, gitmeseydi o iyi insanlar. Çok özlüyorum hepsini. Ömrümce okuduğum en güzel kitaplardan biri olacak bu güzel eser.

Ediz bey kim?

Soyadına ancak Boyut Yayıncılık'ı arayarak ulaşabildim bu güzide insanın. Kitapta kendisi ifşa etmediğine göre seçimi bu yöndedir sanıyorum ve ben de saklı tutuyorum. Verdikleri numaradan kendisine ulaşamadım ama internetten yaptığım araştırmadan çıkan sonuçların en uygununu değerlendirip bir kaç aramadan sonra kendisine şükür ki ulaştım. Çünkü çok korkuyordum ulaşamayacağımdan ve ulaştığım için çok mutluyum. Okuduğumuz güzel kitapların yazarlarına mutluluğumuzu belirtmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bize o güzel dünyaları veren insanların bunu bilmeye hakları var. Ünlü yazarlar bunu zaten yaşıyorlar; ama muhteşem kitaplar yazmış ama ünlü olmayan yazarlara ulaşıp mutluluğumuzu belirtmeliyiz. Ediz beye ulaşmak benim için çok önemliydi, kendisi de beni memnuniyetle karşıladı, mutluluğunu belirtti. Ona ulaşma imkanını kaybetmeden bir sanatçıya ulaşıp eseri hakkında konuşabilmek çok önemli. Sanatçılar, ölmeden evvel eserlerinin ne kadar değer gördüğünü bilmeli.

29 Haziran 2011 Çarşamba

The Raw Shark Texts ( Köpekbalığı Metinleri ) - Steven Hall


steven hall'un muhteşem romanı. köpekbalığı metinleri adıyla ve aylin ülçer'in kusursuz çevirisiyle türkçe'de.
hafızasını yitiren bir adam, kavramsal köpekbalıkları, kendini kopyalamayı başaran bir adam, şifreler, ampüller vs. merak ettiyseniz mutlaka okumalısınız. çok şaşırtıcı ve çok akıcı. 520 sayfa nasıl geçiyor gözlerinizin önünden, anlamıyorsunuz. tabi bunda o kusursuz çevirinin de devasa bir payı var. kitabı sevmeseniz bile çevirisi tadından yenmez.

kitabın isminde psikiyatrideki o ünlü mürekkep testleriyle ilintili bir sözcük oyunu var:
the rorschach tests*
the raw shark texts

steven hall neden kitabının ismini böyle bir sözcük oyunu üzerine kurduğunu anlatırken kitabın nasıl bir kitap olduğunu da ortaya koyuyor aslında:
http://www.youtube.com/watch?v=qjtkekqmqce&nr=1

istiyor ki rorschach mürekkep testine bakanların her biri nasıl farklı, belki de görmek istedikleri şeyler görüyorlarsa kitabını okuyan her okur da onu farklı bir kitap olarak algılasın:
aşk romanlarını seven bu kitapta bir aşk romanı bulsun; gerilim isteyen gerilim, macera isteyen macera, bulmaca isteyen bulmaca, bilimkurgu isteyen bilimkurgu bulsun. öyle de oluyor: kitap okuyana çok acıklı bir aşk hikayesi, bir adamın bambaşka bir ölüme karşı umutsuz mücadelesini, müthiş bir bilimkurgu öyküsü ve kitabı elinizden bırakmanıza izin vermeyen bir gerilim ve macera harmanı sunuyor. tüm bu parçaları birbirine öylesine ustaca bağlıyor ki hiçbiri eğreti durmuyor.

söylenecek her söz kitabın gizemine bir balta vuracak olsa da biraz ağzınıza bal çalmazsak olmayacak:
hikaye birinci tekil şahısla eric sanderson'ın ağzından anlatılıyor. eric (sonradan kendi evi olduğunu öğreneceği) bir evin yatak odasında yerde uyandığında orasının neresi olduğunu ve kendisinin kim olduğunu hatırlamıyor. neden orada olduğunu anlamaya çalışırken telefonun yanında bir zarf buluyor, üzerinde "bu mektup sana hemen şimdi aç" yazıyor. zarfı açtığında karşısına çıkan mektup şöyle:

"eric,
her şeyden önce, sakin ol.
şu anda bunu okuyorsan ben burada değilim demektir. ahizeyi kaldır ve 1 tuşuna kayıtlı numarayı ara. telefona çıkan kadına eric sanderson olduğunu söyle. kadın bir doktordur ve adı da randle’dır. doktor randle durumu hemen anlayacak ve seni derhal kabul edecektir. anahtarları al ve sarı cipi doktor randle’ın evine sür. daha bulmadıysan diye söylüyorum, zarfın içinde bir kroki var. evi buraya fazla uzak değil ve bulması da oldukça kolay.
doktor randle bütün sorularını cevaplayacaktır. yalnız hiç vakit kaybetmeden gitmen gerekir. başlangıç karesini atlama. araştırma yapmaya kalkışma. kasadan 200 £ alma.
evin anahtarlarını basamakların sonunda, tırabzandaki çivide bulacaksın. yanına almayı unutma.
pişmanlık ve aynı zamanda umutla,
ilk eric sanderson."

çeviri şaheseri: aylin ülçer'in elleri dert görmesin.
bu çeviri üniversitelerin çeviri bölümlerinde okutulmalı, bir kurgu eser türkçe'ye nasıl çevrilir gösterilmeli böylece.
öyle güzel ki aylin ülçer'in köpekbalığı metinleri, insan bazen kitabın hayret verici olaylarına değil de çeviride kullanılan biçim ve sözcük seçimlerine hayran kaldığını farkediyor. özellikle belirteç çevirilerindeki olağanüstü seçimler insanı mutluluktan uçuruyor, daha evvel hiç bir çeviri eserde görmediğim tercihler bunlar.
ve yerelleştirmeler: türk kültürüne ait deyimler, atasözleri, ifadeler çeviride öylesine yerli yerinde kullanılmış ki insan zevkten dört köşe kitabın içine dalıyor. burada tabi can yücel yerelleştirmesinden bahsetmiyorum, neredeyse türkçe yazılmış gibi çevirmemiş aylin hanım, okumayı kolaylaştırıcı ama metnin aslına halel getirmeyen kusursuz türkçe dokunuşlar yapmış. hele ki kitaptaki çiftin birbirleriyle şakalaştıkları yerler, insanın içini ısıtan bir türkçe ile çevrilmiş. muazzam, muhteşem, kusursuz. ben hayran hayran okudum ve zaman zaman da açıp okuyacağım bu değerli çeviriyi.
abarttığım düşünülebilir ama az çok iyi bir okur olduğunu düşünen bu ademoğlu hayatında böyle tatlı bir çeviriyi ya iki ya üç kez okumuştur vesselam.

5 Haziran 2011 Pazar

Zahmetsiz İngilizce Öğretimi ( Effortless English )

( Bu yazı A. J. Hoge'un Zahmetsiz İngilizce Eğitimi ile ilgili yazısının çevirisidir. Çeviren: Ben )
Zahmetsiz İngilizce Öğretimi

Nedir akıcı İngilizce? İngilizceyi kolayca ve kendiliğinden konuşmak demektir?
Benim tanımlam basit: Zahmet göstermeden konuştuğunuzda kendiliğinden İngilizce konuşmuş olursunuz. Sözcükler ağzınızdan çeviri yapmadan ve tereddüt etmeden çıkarsa İngilizceyi akıcı konuşursunuz.
Bazen buna "ingilizce düşünmek" denir; ama aslında kendiliğinden konuşma bundan daha hızlıdır, düşünme yoktur. Dil ile ilgili hiç düşünmezsiniz, sadece kendinizce, olabildiğince kolay ve zahmetsiz konuşursunuz. Kendiliğinden akıcı konuşmak neden önemlidir? Önemlidir çünkü kendiliğinde ingilizce konuşmak, İngilizceden verim almanın anahtarıdır. Kendiliğinden konuşma, anadili İngilizce olan insanlarla iletişimi kolaylaştırır. Kendiliğinden İngilizce konuşan biri olarak, sizin için arkadaş edinmek, iş toplantılarına katılmak, müşterilerle konuşmak, filmleri anlamak ve daha iyi işler bulmak kolay olacaktır. İngilizceden verim almak için, kolayca ve kendiliğinden konuşmaya ihtiyacınız var.
Adım A. J. Hoge. Ben Zahmetsiz İngilizce Öğretim Sistemi'nin yaratıcısıyım ve dünyanın en popüler ingilizce öğrenim sistemlerinin birisi olan Zahmetsiz İngilizce Kulübü'nün kurucusu ve müdürüyüm.
Dinleme derslerim 25'den fazla ülkede çok-satar ve  radyo kayıtlarımın dünya çapında bir milyonun üstünde dinleyicisi var.
Ayrıca, yarım milyonun üstünde üyesi bulunan(her geçen gün artıyor) Zahmetsiz İngilizce Online Gazetesi'nin de yayıncısıyım. Şu an bitmiş olan "İngilizce Konuşmayı Geliştirme Seminerleri"nin ve bir çok eğitim şirketinin yaratıcısı olarak, İngilizce konuşma başarısı ve öğretim uzmanlığı ile ilgili bir çok konuda önde gelen bir uzmanım.
Onca yıl üniversitelerde verdiğim İngilizce eğitiminden sonra Zahmetsiz İngilizce Öğretim Sistemi'ni yarattım. Yabancı Dil Olarak İngilizce Öğretimi'nde Master yaptım.
Öğrencilerim arasında iş sahipleri, bilim adamları, girişimciler, öğretmenler, profesörler, yüksek lisans öğrencileri, yabancı askeri personel ve başka birçok başarılı yetişkin İngilizce öğrencisi vardı.
Bu öğrencilerin hepsi sizin gibiydi. Onlar hayal kırıklığına uğramış, iyi İngilizce konuşamayan İngilizce öğrencileriydi. Zahmetsiz İngilizce Sistemi'ni kullanarak, kolayca ve kendiliğinden İngilizce konuşmayı öğrendiler.
Bu öğrencilerin her biri kısa zamanda inanılmaz ilerlemeler gerçekleştirdiler. Zahmetsiz İngilizce Sistemi'ni tam manasıyla kullandığınızda siz de çabucak gelişim göstereceksiniz.

29 Mayıs 2011 Pazar

10,000 B.C. ( M.Ö. 10.000 )


Filmi gördüm; beğendim ama anlatmadan önce(a.ö.) künye hediye etmek adettendir:

Yönetmen: Roland Emmerich (Evrenin Askerleri, Yıldız Geçidi, Kurtuluş Günü, Godzilla, Vatansever, Yarından Sonra)
Oynayanlar: Camilla Belle (Evolet) , Steven Strait (D'Leh)


Steven A. Strait: Bu filme kadar göz alıcı bir yapımda yer almamış gençten bir oğlan, imdb'ye bakınca da şimdilik önünde bir başrol görül/nmüyor... Bu filmde de rolüne, milattan önceki zamanlara ten uyumu dışında pek bir şey katmıyor. Romantik olmayı, kederli olmayı, lider olmayı ve gerektiği kadar kahraman olmayı beceremiyor... Onu suçlamıyorum, çünkü bunun gibi devasa filmlerde başrol, anlatılan öykünün haşmetine ve görsel efektlere bırakılır: Sen şu bayıra doğru var gücünle koş, biz gerisini hallederiz!

Camilla Belle Routh: Brezilyalı bir anneden doğduğu her halinden belli olan ismiyle müsemma bu amerikalı esmer güzeli, oğlana göre daha iyi bir oyunculuk çıkarıyor; zira filmde oğlandan daha önemli bir yer arzediyor.
Kahverengi gözlerini masmavi lenslerle saklayan kızımızın has oğlanla olan münasebeti, has oğlanı hayal edemeyeceği bir kadere sürüklüyor.
Böylece film de kendi mantığını buluyor... Film boyunca kızımızın( o kadar kire pasağa rağmen) güzelliği nefes kesiyor, hatta başa bela oluyor- bu bölümler ve filmin buna dair sonu Türk izleyicilerine tanıdık gelecektir...

Gelelim filme:
Film, harcanan(ve benim verdiğim bilet) para(sı)nın hakkını veriyor: Görkemli görüntüler, şaşırtıcı mekanlar, gerçek olduğuna inandırılacağınız devasa hayvanlar, doğanın her yere ve her zamana ait manzaraları... Herşey çok güzel...
Konu, böyle bir görsel malzemeye elverişli olması bakımından doğru seçim. Fakat filmin, bu bağlamda, yakın ara izlediğimiz Mel'in Apokalipto'su ile 300 gibi filmlere olan benzerliği, biz izleyiciyi şaşırmama konusunda imtahanlı kılıyor- hele bu sayılan filmlerin çok çok büyük filmler olduğu düşünülürse...
Film, anlatmayı amaçladığı( mı bilmiyorum!) herşeyi(vatanseverlik, milletperverlik, aşk, özgürlük bilinci, fedakarlık, vb.) yalayıp geçiyor...
Bu bakımdan kendi hesabıma Apokalipto kadar ciddi olamıyor ama 300 kadar da cıvıtmıyor.

Sonuç:
Arkadaşlarla toplanıp izlerken sohbet edebileceğiniz, renkli gürültülü bir film; izleyin, unutun derim...

The Fountain ( Kaynak )


Tür : Dram / Bilim Kurgu
Gösterim Tarihi : 11 Mayıs 2007
Yaş Sınırı : 2006
Yönetmen : Darren Aronofsky
Senaryo : Darren Aronofsky , Ari Handel
Görüntü Yönetmeni : Matthew Libatique
Müzik : Clint Mansell
Yapım : 2006, ABD , 96 dk.

Oyuncular

Hugh Jackman (Tom Verde) , Rachel Weisz (Izzi) , Mark Margolis (Rahip Avila) , Jamie Isaac Conde (Denevi Vicks) , Sean Patrick Thomas , Ellen Burstyn (Lilian) , Alexander Bisping (Del Toro) , Cliff Curtis , Sean Gullette , Donna Murphy , Ethan Suplee

---
son olarak black swan sayesinde yeniden tadına vardığımız darren aronofsky'nin muhteşem filmi.
kurabileceğim tüm cümlelerin açıklamakta kifayetsiz kalacağı 'görsel' bir ziyafet çektim diyebilirim, demeliyim.
ve 'görsel' diye bastırmalıyım, çünkü peşinden koşacağınız hafiflikte bir konusu yok filmin; bu da, aslında, kendinizi o muhteşem görüntülere bırakmanız için bir şans veriyor size.

birbirinden farklı üç ayrı zaman ve mekanda geçen üç güzel aşk öyküsü var bu filmde:

-16. yy'da ispanya. bir kaşif-asker ve kraliçe(belki onun sembolize ettiği ispanya).
-21. yy'da amerika. bir doktor ve kanser hastası eşi.
-zamanın ve mekanın olmadığı bir yer. kim olduğunu çözemediğim biri ve bir ağaç.

bu üç öykü de aynı olgulardan bahsediyor: aşk ve aşka en çok yakışan şey: ölümsüzlük.
üç ayrı koldan akan bu güzel öyküler sonunda birbirleriyle birleşmeseler de garip bir biçimde birbirleriyle iç içeler.

günümüzde ve 16. yy'da geçen öykülerin birbirleriyle mantıklı ve çok hoş bir ilişkisi var: tom'un kanser eşinin yazdığı "the fountain" adlı kitap, ispanya'da geçen öyküyü anlatıyor.

fakat, muhteşem bir görsellikle, daha evvel görmediğiniz güzellikteki karelerle anlatılan üçüncü öykünün diğer ikisiyle olan bağını çözemedim; size tavsiyem, eğer bunu bir çırpıda anlamadıysanız vazgeçmeniz ve filmin size sunduğu görsel ziyafetin tadını çıkarmanız olacaktır. yok eğer anladıysanız bana da anlatın lütfen!

ve unutmadan: requiem for a dream filminin zevkten seğirerek izlememe yoğun katkısı bulunan harika bir müziği vardı.
"kaynak" da aynı etkileyicilikte, iç titreten, ağlatan müziklere sahip:
clint mansell'i anmamak olmaz.

Bee Movie ( Arı Filmi )



Tür : Animasyon / Komedi
Gösterim Tarihi : 14 Aralık 2007
Yönetmen : Steve Hickner Simon J. Smith
Senaryo : Jerry Seinfeld , Spike Feresten
Yapım : 2007, ABD , 90 dk.

Seslendirenler : Jerry Seinfeld (Barry B. Benson(ses)) , Renée Zellweger (Vanessa Bloom(ses)) , Matthew Broderick (Adam Flayman(ses)) , Patrick Warburton (Ken(ses)) , John Goodman (Montgomery(ses)) , Chris Rock (Mooseblood) , Larry King (Arı Larry King) , Oprah Winfrey (Judge Bumbleton)

yeğenim dolayısıyla izlemek zorunda kaldığım, ama sonra o oynamak için dışarı çıkmasına rağmen oturup başına gözümü kırpmadan izlediğim ballı mı ballı bir canlandırma.
çok eğlenceli, çok keyifli.
hele cem yılmaz: onun sesi olmasa bu arı, bu film bu kadar bizden olamazdı.
küçük doğaçlamalar yaptığını düşündüğüm bazı yerlerde gülmekten kendimi alamadım.
tabi yine hem küçüklere hem büyüklere hitab eden espriler...
filmin yapımcılığını, yazarlığını ve başrol oyunculuğunu(seslendiriciliğini) yapan (kısacası filmi yaratan) jerry seinfeld(o efsane dizi seinfeld'in yaratıcısı ve başrol oyuncusu / ünlü stand-up komedyeni), yine o iğneleyici üslubunu filme yedirmiş.
filmin özgün halinde seslendirmeyi bir stand-up komedyeninin yapması ve ülkemizde de bu iş için cem yılmaz'ın seçilmesi çok yerinde bir seçim olmuş. kendi payıma çok keyifli bir bir buçuk saatti.

Hellboy II: The Golden Army ( Hellboy 2: Altın Ordu )

Tür : Dram / Macera / Aksiyon
Gösterim Tarihi : 26 Eylül 2008
Yönetmen : Guillermo Del Toro
Senaryo : Guillermo Del Toro , Mike Mignola (Kitap)
Görüntü Yönetmeni : Guillermo Navarro
Müzik : Danny Elfman
Yapım : 2008, ABD , 120 dk.

Oyuncular

Ron Perlman (Hellboy) , Selma Blair (Liz Sherman) , Doug Jones (Abe Sapien / The Chamberlain / The Angel of Death) , James Dodd (Johann Krauss) , John Alexander (Goblin) , Luke Goss (Prens Nuada) , John Hurt (Professor Trevor Broom Bruttenholm)


Artık tartışmasız-baş-tacı yönetmenlerimden olan Guillermo del Toro(giyermo diye okunur)nun güzel mi güzel yeni filmi!
Pan'ın Labirenti'ndeki o masalsı ama bir o kadar ciddi yönetimiyle beni benden alan canım Del Toro, şimdi Amerika'nın ondan istediğini yapmaya devam ediyor: Gişeye oynuyor. Ama bir yandan da küçükken okumayı sevdiği masal dünyalarını beyazperdeye aktarıyor, ciddi olmaya çalışmıyor, eğleniyor, bizi de eğlenceye dahil ediyor. Pan'ın Labirenti'nin büyük başarısından sonra stüdyoların güvenini kazanan Del Toro, daha büyük bir bütçeyle, Hellboy'un (boynuzlu)başına yeniden geçiyor ve ilkinden daha büyük, daha görkemli ve daha renkli, daha hareketli bir film yapıyor. Böylece Amerika'daki yerini garantiliyor: Hobbit'ten belli oluyor zaten.

Konu basit:
İnsanoğlu ile Dünya’nın eski sahipleri arasında binlerce yıl önce varılan ateşkes anlaşması bozulunca cehennemin tüm varlıkları adeta zincirinden boşanır. Yeraltı dünyasının anarşist ruhlu prensi Nuada, insanoğluna yüzyıllardır saygı göstermekten bıkmış usanmıştır. Binlerce yıldır uykuda olan ölüm makineleri ordusunu, ölümsüz Altın Ordu'yu uyandırmanın çaresini aramaya başlar. Bunu başardığı takdirde kendi halkına ait olan her şeyi geri alabilecektir. Nuada’nın girişimleri sonucunda yeraltı dünyasının tüm büyülü yaratıkları serbest kalarak harekete geçer. Bundan sonrasında karanlık ruhlu prensi durdurarak dünyamızı yok olmaktan kurtarmayı sadece Hellboy başarabilir. bkz.

Lakin, bu eğlenceli film  "Bakalım Hellboy ve arkadaşları Altın Ordu'nun hakkından nasıl gelecek?" sorusuna pek de doyurucu bir cevap veremiyor. Ben, kendi açımdan filmin bu konuda sunduğu zekice çözümü, biraz kolaya kaçılmış buldum. Bir de Del Toro'nun filmin sırtını dayadığı ana miti iki filmdir bir türlü anlatamadığını farkettim: Filmi izlerken, filmin nereye doğru gideceğini ve bu farklı alemlerin neye hizmet ettiğini(belki de çizgi roman hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımızdan) bir türlü anlayamıyoruz. Görsel ziyafetin keyfine bakıp fazlaca soru sormazsanız çok eğlenirsiniz; gerçi hangi çocuk masal dinlerken fazla soru sorar ki.
Bunca acayip yaratığı bir arada başka bir filmde göremeyeceğinize de eminim(Allah'ım pazarları bile var).

28 Mayıs 2011 Cumartesi

The World's Fastest Indian (Efsane Adam )



Efsane Adam
The World's Fastest Indian


Tür : Dram / Macera
Gösterim Tarihi : 12 Mayıs 2006
Yönetmen : Roger Donaldson
Senaryo : Roger Donaldson
Görüntü Yönetmeni : David Gribble
Müzik : J. Peter Robinson
Yapım : 2005, Yeni Zelanda / ABD , 127 dk.


Ben diyorum:
İndian marka motosikleti(47 yaşında) ve yılmak bilmez koskoca yüreğiyle, Yeni Zelanda'nın duyulmamış bir şehrinden, İnvercargill'den, çıkıp Amerika'nın Utah eyaletindeki Bonneville Tuz Çölleri'ne, dünya hız rekorunu kırmak için giden yaşlı(68 yaşında) bir adamın gerçek öyküsü bu. Adı Burt Munro.

"Burt Munro: Offerings to The God of Speed" adlı kısa belgeselden, belgeselin yönetmeni Roger Donaldson tarafından uyarlanan bu muhteşem filmin başrolünde Anthony Hopkins var. Hopkins Munro'yu şirin ve inatçı bir adam olarak yani tam da Munro'ya yakışır biçimde yorumluyor; filmi izlerken rüyasının peşinde koşan bu adamı çok seviyorsunuz, mücadelesi sizin mücadeleniz oluyor.

Bilindik başarı öykülerinden çok uzak bir film. Başarmak için tam 25 yıl sarfetmiş, hız sevdalısı bir ihtiyar delikanlının geç kalmış rüyasının filmi. Aynı zamanda da hoş bir yol filmi.

İlk yarı boyunca Munro'nun Yeni Zelanda'dan Amerika'ya giderken başından geçen olaylara tanık oluyoruz.
Tatlı mı tatlı ve ağır işiten bir ihtiyarın bilmediği topraklarda başına kötü şeyler gelmesi muhtemel belki; ama üç beş sorun dışında her şey yolunda gidiyor. Munro'nun hayata sürekli gülen gözleri insanların ona yardım etmesini sağlıyor; pürüzler aşılıyor.

İkinci yarıda ise yarış başlıyor.

Hiç bir şey mucize değil, sihirli bir el dokunmuyor Munro'nun rüyasına.
Sadece bir şeyin varlığı her şeyi mümkün kılıyor: İnanmak.

27 Mayıs 2011 Cuma

Muhammed'i Öldüren Adamlar (The Men Who Murdered Mohammed) - Alfred Bester

Çeviren: Yüce Atıl

Tarihi bölerek zarar veren bir adam vardı. İmparatorlukları altüst edip, hanedanların kökünü kurutturdu. Onca, Mount Vernon uluslararası bir türbe olmamalıydı ve Colombo Ohio. Cobot Ohio olarak isimlendirilebilirdi. Onun yüzünden Marie Curie Floransa'da lanetlenebilirdi ve hiç kimse peygamberin sakalı adına yemin edemeyebilirdi. Aslında tüm bu gerçek gibi görünen olaylar olmamıştı. Çünkü o, bir deli doktordu. Ya da diğer bir şekilde söylersek, yalnızca kendisi için gerçek olmayanları yapmakla başarılıydı.

Şimdilerde geleneksel okuyucu deli doktor imasına çok alışık. Özellikle, gizlenmiş ve gözlerden uzak laboratuarında sevgili kızını korumak için çeşitli yöntemlerle korkunç canavarlar yaratanına. Bu öykü bu cins inançları olan bir insan hakkında değildir. Bu. dahi bir deli doktor olan Henry Hassel hakkındadır. Onun dehası daha çok Ludwig Boltzmann (İdeal Gaz Kanunu'na bakınız) Jacques Charles ve Andre Marie Ampere (1775−1836) sınıfında değerlendirilebilir.

Herkes bilmelidir ki elektrik akımı gücü amper olarak isimlendirilir ve bunun onuru Ampere'indir. Ludwig Boltzmann meşhur bir Avusturyalı fizikçidir. İdeal gazlardaki kadar büyük bir buluşu kara cisimlerin radyasyon etkisidir. Buna Encyclopedia Britannica'nın üçüncü cildindeki 'BALI−BRAI' maddesinden bakabilirsiniz. Jacques Alexandra Cesar Charles uçuşlarla ilgilenen ilk matematikçiydi ve hidrojen balonunu bulmuştu. Bunlar gerçek insanlardı.

Ancak bunlar aynı zamanda deli doktorlardı. Örneğin Ampere, Paris'teki bir bilimsel konferansa giderken bindiği takside aklına parlak bir fikir gelmiştir. (Tahmin ettiğim kadarıyla elektrikle ilgili) ve kalemi kaptığı gibi taksinin
kapısının içine eşitliği karalamıştır. Karaladığı şöyle bir şeydi. dH: ipdl/r2 Burada p−dl elemanından P noktasına olan dikey uzaklık veya dH:isin0dl/r idi. Bu toplantıya hiç gelmemesine rağmen, formül Laplace formülü olarak çoğu yerde geçer.

Her neyse, araba akademiye vardığında Ampere indi ve sürücüye parasını ödedi. Ardından fikrini herkese söyleyebilmek için toplantıya koştu. O anda notlarının olmadığını farketti. Ve nerede bıraktığını da anımsadı. Böylece bütün Paris'te eşitliğini aradı, durdu. Bazen Fermat'ın da son teoremini nasıl kaybettiğini düşlerim. Gerçi Format toplantıya katılmamıştı, hatta iki yüzyıl önce ölmüştü bile.

Ya da Boltzmann'ı ele alalım. Geliştirilmiş ideal gazlar hakkında bir kurs verirken konferanslarını karmakarışık hesaplamalarla süslerdi. Üstelik bunları seri bir şekilde kafasından yapardı. Öyle bir beyni vardı ki öğrencileri yalnızca işittikleri bu matematiksel eşitlikleri anlamak için binbir güçlük çekerlerdi. En sonunda Boltzmann bunları tahtaya yazmaya lütfederdi.

Boltzmann, ilerde daha anlaşılır olmaya söz verdi. Hemen sonraki konferansında; "Beyler Boyle'ın ve Charles'ın kanunlarını birleştirirsek; PV = PoVo (I+at) eşitliğine varırız. Şimdi açıkça eğer aS=bs(x)dx(a) olursa. PV = RT ve vf(x.y.z )do=q olur. Bu da ikiyle ikinin toplamının dört etmesi kadar basittir." diye söze başladı. Tam bu noktada Boltzmann sözünü anımsayarak, tahtaya döndü Ve yavaşça yazdı, 2+2=4.

Jacques Charles, Charles Kanunu'nu bulan (Bazen Gay−Lussac yasası olarak da geçer), parlak bir matematikçiydi. Boltzmann konferanslarında ondan büyük bir paleograf olmak için inanılmaz bir ihtirası var." diye söz ederdi. Eski yazıtları keşfetmekteki isteğini anlatırdı. Sanırım bu Gay−Lussac'ın onun buluşunu paylaşmasından doğan güçle oluyordu.

Jül Sezar'ın, Büyük İskender'in ve Pontius Pilate'nin yazıtlarına 200.000 Frank ödemişti. Bir gazın ideal olup olmadığını bir bakışta anlayan bu adam üçkağıtçı satıcısından modern Fransızcayla, modern defterlere, modern mürekkeple yazılmış bu yapıtları inana inana satın alırdı. Charles Louvres müzesine bağışlarda da bulunmuştu.

Bu insanlar aptal değillerdi. Düşüncelerinin geri kalanı başka bir Dünya'ya kaymış büyük dehalardı. Bir deha, hiç umulmayan bir yolla doğruluk arasında yolculuk eden kişidir. Ne yazık ki, bu beklenmeyen yollar, onları yaşamların her anında yönetir durur. Bu Bilinmeyen Üniversitesi'nde 1980 yılında uygulanmış yükler konusunda Profesör olan Henry Hassel'e olanla aynı şeydir.